26 Mart 2016 Cumartesi

Sayın Başkan

Her oyunun farklı renkleri vardır, her olgunun farklı doğruları olduğu gibi. Doğru çoğu zaman birden fazladır. Yıllardır burada, farklı yerlerde yazıp çiziyorum, yazıp çizebilen bir çok Beşiktaşlının derdi ucundan kıyısından birbiriyle aynıdır. Bir sürü Beşiktaşlı blogunda görebileceğiniz, söylenen şeyler birbiriyle tabanda tutarlıdır. Birbirinden farklı hikayeler hep benzer bir hissiyata ve benzer bir alt yapıya sahiptir. Galatasaray'ın, Fenerbahçe'nin, Real Madrid'in, Barcelona'nın, Dortmund'un kendi içlerinde doğruları vardır. Beşiktaş'ın da diğerlerinden farklı, kendine özgün bir doğrusu var ve olmalıdır. Neden mi bahsediyorum? Fikret Orman'ın uzun zamandır bazen alttan alta bazen alenen yürüttüğü kulüp politikasından.

Bu blogda ben defalarca yazdım, "Taraftarın Talkımı Olmak", "Getirdiği Rengarenk Çiçekleri Solan Adam" ilk aklıma gelen yazılar. Bir çoğu başka yazıda da ucundan kıyısından değinmişimdir. Fikret Orman'ın: 'halkın takımı Beşiktaş değil, saray takımı Beşiktaş' minvalinde bir açıklaması var yine. Stadın bitişinden sonra Fikret Orman'ın böyle bir siyaset güdeceğini hepimiz görebiliyorduk. Bu açıklamalar bir çoğuna göre çok önemli olmayabilir, hele ki şampiyonluk yolunda paldır küldür ilerliyorken. Şahsen benim için önemli.

Detaylı olarak tekrar baştan yazmayacağım, az önce bahsettiğim yazılarda bugünün kokusunu daha önceden aldığımı görebilirsiniz. Ama bu lafları eden Başkana edecek bir kaç kelamım var.

Bakın Sayın Başkan, sık sık sizin de üzerinden pirim yapmaya çalıştığınız gibi, bugünki Beşiktaş başkanı tribünlerden gelmiş bir şahıstır. Kapalıda bilet sırası beklemiş, Beşiktaş tribününün makarasını, karakterini solumuş biridir. Ve bu durum üzerinden prim yapabileceğini iyi bilir. Daha önce kulübü benzetmeye çalıştığınız kulüplerin hiç bir başkanı böyle bir konu üzerinden prim yapmaya çalışmadı. Neden? Çünkü ya böyle hikayeleri yoktu, ya da bunun üzerinden prim yapmak kendilerine bir şey kazandıramayacak kadar değersizdi.

Bakın Sayın Başkan, bugün yazar kasa olarak gördüğünüz, her baktığınızda gözlerinizin dolar şeklini aldığı o stat, ne kadar inkar etmeye çalışsanız da o benzetmeye çalıştığınız kulüplerin statlarından çok daha fazla işçiyi, çöpçüyü, gündelikçiyi ağırladı yıllar boyunca. Bugün o inkar ettiğiniz, "beleşçi" halkın kıt kanaat okutup, mühendis, doktor, hakim, mimar olabilmiş çocuklarıyız biz. Bugün belirlediğiniz, yarın arttıracağınız bilet fiyatlarını ödeyebiliyor olmamız herkesin ödeyebileceğini göstermez. Bu kulüp ne kadar inkar etseniz, ne kadar yapısını değiştirmek isteseniz de bu insanlar sayesinde bugünlere geldiğini unutmayınız.        

Bakın Sayın Başkan, başkanı olduğunuz bu kulübün taraftarları, benzetmeye çalıştığınız kulüplerin taraftarları gibi hiç bir zaman skorlarla başını önüne eğmedi, eziklik diye tanımladığınız günlerde aksine hiç ezilmedi. Yeter dedi, kimsenin otoritesine boyun eğmedi.

Bakın Sayın Başkan, bu kulüp tarihinin en kötü, en utanç dolu yıllarını fakir fukara taraftarı yüzünden değil, zengin arkadaşlarınız yüzünden yaşadı. Bu kulübün istikbali yazar kasa tribünlerinde değil doğru politikalardadır. Yanlış politikalarınızı yüzünüze vurmamız gerekirse çekinmeyiz. Passolig karanlığına teslim ettiğiniz bu kulüp belki beleşçilerin kulübü olacak ama yanlış politikalar yürütenlerin elinde kalamayacak bundan emin olunuz. Daha şampiyonlar ligine mi, uefa ligine mi gideceği belli olmayan kulübün kombinelerini alelacele dağıtmak yerine, doğru politikalarla daha uygun bilet satabileceğinizi biliyoruz. "Beleşçiler"e kafa yoracağınıza, passoligin kravat taktığı, evinde oturduğu yerden para kazanacak karaborsacılara para kazandırmak yerine kulübe daha fayda sağlayabilecek bilet satma projeleriyle uğraşmanızın sizin asli göreviniz olduğunu hatırlatmak zorunda kaldığım için utanç duyduğumu belirtmek isterim.

Sayın başkanım, naçizane babası işçi, kendisi mühendis bir Beşiktaş taraftarı olarak, öğrenciyken 3 aylık tüm parasıyla kimsenin yüzüne bakmadığı zamanlarda kombine almış, aç susuz gittiğim boş tribünlü maçlarda etrafımda kimlerin olduğunu iyi biliyorum. Bugün sattığınız satacağınız en pahalı kombineyi rahatlıkla alabilecek durumda bir Beşiktaş taraftarı olarak söylüyorum ki, bu takımın çocuklarına yatırım yapın, inkar etmeyin. Yanlış politikalarla bu kulübü dönüştürüp, değiştirmeye çalışmayın. Takıma yeni bir halk yaratmaya uğraşmayın, halkın takımıdır Beşiktaş.

Saygılarımla,

27 Kasım 2015 Cuma

Taraftarın Takımı Olmak

Sene 2000. Serdar Bilgili Beşiktaş başkanı olduğunda manifestosu şuydu; "Beşiktaş'ı gazetelerin 3. sayfasından 1. sayfasına taşımak". Bu kadar basitti aslında yapılması gereken. Şampiyonluklar, yıldız futbolcular, sürekli bahsedilen isimler yaratarak sürekli göz önünde olmak. Aslında Dortmund'un da çöküşü aynı zamanlara denk gelir. Hemen hemen benzer bir furyaya kapılmış iki kulüp.  Dortmund gelen şampiyonlar ligi şampiyonluğunun sarhoşluğunu üzerinden bir türlü atamamış, Beşiktaş ise yaşlanan öz kaynağının yerine yenisini koyamamıştı. Aslında tabanda durum; güzelim sarıya-siyaha ve beyaza insanların bakış açılarını değiştirmekti. Çünkü yeni bir yüz yıl başlamıştı ve rakipler milenyum gibi parıl parıl parlıyorlardı. Onlara yetişmek, onlar gibi olup isimleri pazarlamak, ortada olanı paraya çevirmek, "ben de buradayım" demek onlara benzemekten geçiyordu. Dortmund varını yoğunu transfere harcadı, Beşiktaş ise olmayan parasını geleceğe devrederek debelendi.


İki kulübün milenyumdaki kırılma noktası da aynı döneme denk gelir. Dortmund 2005 yılında borç batağına saplanmaya ramak kala bugün dahi olarak adlandırılan Hans-Joachim Watzke'yi kulübün Ceo'su olarak takımın başına getirirken, Beşiktaş kimsenin nedenini hala bilmediği "kaçırılan şampiyonluk" sonrası Yıldırım Demirören'i takımın başına getiriyordu. Çıkışın ve çöküşün başlangıcı olarak tanımlanabilecek kırılma noktaları iki kulübün de ortak paydasıydı.

Treni her zaman geriden takip etmek gibi bir adeti olan bizim coğrafyamız, futbolu da geriden yakalamaya çalışarak Dortmund'un 2007'de taraftarını işin içine katarak "Biz Dortmundluyuz" sloganıyla iflastan dönüşünü ancak 2012'de "Feda" sloganıyla karşılayabildi. Bu süreçte Dortmund  öz kaynak düzeni ile Bundesliga ve hatta Avrupa liglerinde adını çoktan yaldızlı harflerle yazdırmaya başlamıştı bile.

O, çöküşten "Dortmundlular" olarak kurtulan kulüp geçen hafta kazandıkları Real Madrid maçı öncesi, Bernebeu da tarihe şahitlik etmek için bilet kuyruğunda bekleyen taraftarına içecek dağıtıyor, kuyrukta 2 gün bekleyen taraftarın sırada geçirdiği zamana bile değer veriyorken, aynı döneme denk gelen Beşiktaş-Orduspor maçında, Beşiktaş taraftarı (o ya da bu şekilde) yönetim tarafından stada sokulan adamlar tarafından coplarla dayaktan geçiriliyor. Temel felsefe eksikliği esasen burada başlıyor.

Öğrencileri stada çekebilmek için, taraftarına dünyanın en büyük yıldızlarını 18 dolara izleme şansı veren kulübe karşılık, "parası olmayanın yeri orası değil" mantığıyla 1 senedir bomboş duran Beşiktaş kapalısı aslında iki kulüp arasındaki dev uçuruma atılan bir çakıl taşı gibi ortada duruyor.

Meselenin esası şudur, Beşiktaş, taraftarını elinde tutabilmesi için Galatasaray ve Fenerbahçe'den farklı olmalıdır. Dünyanın hiç bir liginde aynı kulüp zihniyetini taşıyan ve devamlı var olan 3 büyük bulamazsınız. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın farklı renklerinin dışında aslında tabanları ortaktır. Yarın Götze'yi bulup çıkartsan elinden kopartır alırlar. Eğer aynı zihniyetle onlarla yarışmaya kalkarsan, 10 yılda 1 başarı ya görürsün ya göremezsin. Bu ülkenin ne bir tane daha Fenerbahçe'ye ihtiyacı var ne de bir tane daha Galatasaray'ı kaldırabilecek kapasitesi. Beşiktaş sıfırdan bir yere gelmek istiyorsa ilk önce taraftarına sahip çıkmalıdır. Taraftarının kulübü olmalıdır. Son 10 yılda yetişen, değiştirilen Beşiktaşlı profilini geriye devşirmek her kaybedilen gün kulüp için biraz daha zor olacaktır. Plansız, hedefsiz üretilen politikalarla bir gün dahi kaybedilmemelidir.

Dortmund dünyaya yayılmış bir şehir takımdır, Beşiktaş ise ülkeye yayılmış bir semt takımıdır. Beşiktaş'ın hedefi; şampiyonlar ligi şampiyonluğu, Götze'ler, Lewandowski'ler olamayacaktır belki ama muhakkak Dortmund gibi taraftarından beslenen bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bugün Dortmund'u Wembley de izlemek için kulüpten bilet talep eden Dortmundlu sayısı resmi açıklamaya göre 250.000 kişi civarında. Ve Dortmund kulübü bu ilgiye karşılık taraftarlar arasında haksızlık yaratmamak için kura çekme yöntemi uygulamaya karar veriyor. Bugünün mimarı Watzke : ''10 sene önce her takım üyesinin bilet alabilme şansı vardı. O zamanlar 8000 üyemiz vardı. Şimdi ise 100.000'e yaklaşık üyemiz var.'' açıklaması yapıyor. Beşiktaş'ı bulunduğu yerden, üst seviyeye çıkarmak için kollarını sıvayacak olanlar Dortmund ve benzeri yapılanmaları çok iyi analiz etmeliler. Beşiktaş için gelecek, rakiplerine uymaktan değil, kendi sistemini kurmaktan geçmektedir.

*****Yazı 2013 yılında bir internet spor sitesinde yayınlanmıştı. Site kapandı. Yazı kaybolmasın diye bloğa aktarıyorum. 


20 Ekim 2015 Salı

Zeki Demirkubuz, Futbol & Beşiktaş

Ekim ayı Ot Dergisi bir sayfasını Zeki Demirkubuz'a ayırmış. Geçen hafta okuduğum yazının bir çok etkileyici yanı var. Ancak futbolla ilgili bir kısmı var ki, okuduğumda yıllardır parça parça kafamda dolaşan düşünceler yerine oturdu, birbiri ile buluştular. Önce yazının o kısmını paylaşayım, üzerine de bir şeyler paylaşmak istiyorum. 



"....Futbol oynarken, çocuklar benden pek hoşlanmıyorlar. Onlara Eric Cantona'dan filan bahsedip, "Her şey güzel bir pasla başlar." demem işlerine gelmiyor. Çünkü topu alan kendi efsanesini yaratmak istiyor. Herkes kendini Messi sanıyor. Zaten Türkler'in en büyük problemi bu: Esas oğlan egosuyla figüranlık yapmak zorunda olmaları. Kendilerini Messi zannederken aslında Sabri olmaları. O nedenle benimle futbol oynamak zor; ama dediklerimi yaptıkları bazı zamanlar, hava kararıp, sivrisinekler bile sahayı bassa, yine de kimse maçı bırakmak istemiyor. Herkes egosunu takıma emanet ettiğinde ortaya inanılmaz bir oyun çıkıyor. Ama bu çok az oluyor. Çocuklara Cantona'yı anlatıyorum, Liverpool'u anlatıyorum. Sonunda tam iyi bir yere geliyoruz, güzel oluyor derken iki dallama geliyor, güç savaşı, ego ve göt kalkması filan her şey başa dönüyor, yıkılıp gidiyor. Aynı hayat gibi....."

Bu paylaştığım kısım, yazının küçük bir kısmı, daha doğrusu burada üzerine yazmak istediğim kısım. Meselenin özünü o kadar iyi özetliyor ki Demirkubuz, üzerine yazılacak çok şey de bırakmıyor aslında. "Egonun takıma emanet edilmesi" tanımın bugüne kadar gördüğüm takım oyunu üzerine yapılmış en iyi çıkarım olduğunu düşünüyorum. Bu üzerine konuşulması, kafa yorulması gereken bir tanımlama. 

Metin Tekin'i çok severim, İbrahim Toraman'ı sevmem, Tümer Metin'le ilgilenmiyorum. Bu hislerimin, sahada oldukları zamanlarda yaptıklarıyla ilgisi muhakkak vardır ama asıl olarak saha dışında yaptıkları, televizyondaki konuşmaları, fikirleri belirleyici oldular. Sahadayken Tümer Metin'i, Metin Tekin'in sahadaki halinden daha az sevmiyordum. Toraman'ın Beşiktaş formasına yakışıp yakışmadığını düşünmem için uzun zaman geçirmesi gerekti mesela sahada. Beşiktaş forması giyip sahaya çıktıklarında hiç birinin birbirinden farkı yoktu. Tabi ki vardı da belirleyici olan şey sarı saçları, formayla ne kadar yakışıklı oldukları değildi. Takıma neyi, ne şekilde verdikleriydi. 

Futbol bir takım oyunu. Takım işin içinde olunca da uyumun olması kaçınılmaz koşul oluyor. Uyumun belirleyicisi de tabi ki elinizdeki oyuncu yapısı. Beşiktaş'ın dönemsel olarak uyumu yüksek oyunculara "mecbur" kalması aslında rastlantı değil. Ekonomik yapısının diğer rakiplerine oranla daha kırılgan ve  zayıf olması sebebiyle dönemsel olarak, forma aşkına tutulmuş ya da futbolu Beşiktaş formasıyla öğrenmek durumunda kalmış oyuncuları takımda toplaması gerekti. Bir zamanlar bu çocukların adı Kavruk Anadolu çocuğuydu, şimdilerde Oğuzhanlar, Olcaylar, Veliler oldu. Birbirleriyle uyumu yüksek bu çocukların, birbirlerine muhtaç olmaları bu uyum durumunu ortaya çıkardı. Güçlüye karşı bu kadar cılız, bu kadar zayıfken birbirlerine güvenmekten, arkalarını birbirine yaslamaktan ve en önemlisi egolarını birbirlerine emanet etmekten başka şansları yoktu. Yani kendi haline bıraktığında futbol zaten seni bir şekilde doğruya götürüyor. İstediğin kadar borçlan, istediğin kadar yıldız transfer et, sonunda geleceğin nokta burası oluyor. 



Beşiktaş Samet Aybaba, Biliç, Önder Özen falan derken 3 senede acayip bir mirasla Şenol Güneş'in ellerine geldi. Hep bahsedilen "Ertuğrul Sağlam'ın, Şenol Güneş'in, Kloop'un takımlarından futbolcu alınmaz, futbolcuyu olduğundan daha fazla parlatırlar" tanımlamasının altında şu yatar;bu teknik adamlar oyuncularına şunları empoze eder; biri diğerinden daha değerli değildir takım içinde, biri diğerinden daha kötü oyuncu değildir ve herkes elinden geldiğince takıma katkıda bulunacaktır. Oyuncularını buna inandırırlar, sırası geldiğinde herkes elinden geleni yapacağını bilir. Hatta takımdaşlığı öyle benimserler ki hata yapmaktan çekinmezler, arkadaşının hata yapabileceği empatisi ile oynarlar ve bu durum hem kendilerinin hem takım arkadaşlarının hata yapma oranını düşürür. Mesela Atiba'nın son maçta yaptığı 94 pasın 93'ünü isabetli göndermesinin açıklaması da biraz burada yatar. Gökhan Töre'nin daha önce bilmediğimiz, görmediğimiz özelliklerinin ortaya çıkması da bütün bunların bir toplamıdır. Normal koşullarda iyi özelliklerini sayarken, adam geçmesinden, iyi şut atmasından, isabetli orta yapmasından bahsedeceğimiz Töre'nin 360 derece oyun görüşü olduğundan bahsetmeye başlıyoruz. Görmediği, bakmadığı yerden kaçan adama attığı pasları görmeye başladık. Bu tamamen Demirkubuz'un bahsettiği "egosunu takıma emanet eden" adamların yakaladığı uyumun getirileridir. Düz bir uyumluluk durumu bu sonuçları ortaya koymayabilir.  Mesela Şener ile Nani arasında oluşacak bir uyum durumu egosuz bir uyumluluk durumu değildir. 5. hatalı pas bu uyumu bir çırpıda yok edebilecekken, egosunu birbirine emanet etmiş oyuncuların doğruyu bulana kadar deneyeceklerini görebilirsiniz. 

Buraya kadar bahsettiklerim hepimizin az çok bildiği şeyler. Kulüpler  için bu yapıların kurulması kadar korunması ve devamlı hale getirilebilmesi de önemlidir. Örneğin Beşiktaş'ta bozulmanın yapının zirveye çıktığı dönemde başladığını görebiliyoruz. 2 sene önce Töre, Oğuzhan takımın parçası olmak için güçlüye karşı güçlenmeyi arkadaşlarına güvenmekte bulan, bunun için çalışan isimlerken, bugün takımın en önemli parçalarılar. Veli Kavlak'ın, Olcay'ın benzer durumlardan geçtiği zamanlarda Veli, Olcay bu yapıya hep daha fazla sarılırlarken, Töre ve Oğuzhan'da bu durum tersine işliyor. Daha önceleri görmeye alışık olmadığımız şeyleri sık sık görür olduk. Daha fazla çalım, daha fazla top kaybı, kaçan pozisyonlardan sonra birbirine yapılan el kol hareketleri, hatta ve hatta saha içinde atılamayan, verilemeyen paslardan sonra yaşanan tartışmalar. Bu yapıların böyle durumlarla 1 günde yıkılacağından bahsetmiyorum ama bu yapıların kurulmasının uzun zaman sürdüğü gibi uzun dönemde de yıkılabileceğini görebiliyoruz. 



Bu durumun ilk kıvılcımını takım içinde çakan olay Quaresma'nın takıma katılması oldu. Sezon başından beri daha önce Töre'den Oğuzhan'dan hatta Olcay'dan görmediğimiz eksantrik eksantrik paslar, eksantrik çalım denemeleri görmeye başladık.. Buna kısaca Quaresma etkisi diyebiliriz. Çünkü bu genç oyuncuların önüne daha çok alkış almanın, daha çok ilgi görebilmenin bir modeli konuldu. En başından beri söylüyorum, genç, yetişmekte olan oyuncular için olabilecek en kötü rol model adam takımın içine el bombası gibi atıldı. Bu "egoların takıma emanet edilmesi" durumu yaşanan bariz olaylar sonucu yıkılabileceği gibi, bir enfeksiyonun yavaş yavaş yapının içinde dolaşıma geçmesiyle de kurtlanmış bir ağaç misali yok olup çürümesine neden olabilir. Quaresma'da zaten fiziksel eksikliğinin hafif toparlamasının hemen ardından uyuduğu mağaradan çıkıp egosunu ortaya koydu bile. Yeterince süre almadığını söylemesi, ilk golünün dumanının tüttüğü dakikalara denk geldi.  

Şenol Güneş'e bu konuda güveniyorum. Sivrileni törpüleyeceğinden, eksik kalanı yükselteceğinden neredeyse şüphem yok. Ama kulübün geleceğine kafa yorup yormadığıyla ilgili şüphelerim var. Günü kurtarıp şampiyon olmak tabi ki öncelikli hedefi. Kulübün bu yapıyı sürdürebilmesi için de Şenol Güneş'e ihtiyacı var. Töre bu yapı içinde gereğinden fazla mı sivrilecek? Satılmalı. Frei bu düzene uygun yetiştirilebiliyor mu? Quaresma'yı hamle oyuncusu olmaya ikna edebilecek mi hoca? Yoksa "şampiyon olalım da" diyerek Quaresma'ya göz mü yumacak? Bu sezon kör topal Quaresma'yla götürülür de, gelecek sezona etkilerini düşünüyor mu Şenol hoca? Kulübün, yönetimin bu güveni Şenol hocaya sağlaması ve bu düzende diretmesi gerekir ki, sürdürülebilir bir yapımız olsun. Biraz şans, biraz önceki hocaların üzerine kafa yorduğu bu sistem kulübün vazgeçilmezi olmalı, üzerine kafa yorulmalı ki tekrar Fernandeslere, Almeidalara, Toramanlara kalmayalım.

Demirkubuz'un tespit ettiği gibi iki dallama ile yıkılmasına izin verilemeyecek kadar değerli bir yapı var Beşiktaş'ın elinde. Sahip çıkılmalı. 

21 Ağustos 2015 Cuma

2015-2016 Sezonu Öncesi Beşiktaş -2- (Lucas Leiva)

Sezon değerlendirme yazısı çok sarktı. Çok klişe şeyler de yazmak istemiyorum, biraz önümüze bakmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Az çok yeni gelen transferlerin ne olduğu konusunda herkeste bir fikir oluştu. Ama yapılacak transfer konusunda soru işaretleri var gördüğüm kadarıyla.


Lucas Transferi
Artık çok fazla konuşulamıyor belki ama ben yazmadan edemeyeceğim. Fenerbahçe'nin "all in" çektiği sezonda medyası da topunu tüfeğini kuşandı. Eskiden alttan alta desteklerlerdi, görenler, hissedenler fitil olurdu, artık hiç çekinceleri kalmadı.

2 haftadır, daha ayağına top değmeyen, değdiğinde de neler yaptığını sanki hiç görmediğimiz Souza övgüsü yığıldı üzerimize. Ama öyle bir övmek ki, Van Persie, Nani, Podolski, Gomez transferlerini falan taca atacak şekilde. "Yılın transferi olabilir." Mehmet Demirkol övmelere doyamadı. Övsünler, belki de gerçekten dedikleri gibi olur. Helali hoş olsun da Lucas adının programlarında geçtiği ilk gün ve her gün "yıllardır bu oyuncuyu izlerim, ne yapar ne eder hiç anlamam, ne işe yarıyor ben görmedim, tabi Brezilya milli takımına falan seçilmiş, belki ben göremiyorumdur" kıvırmalarıyla alacağımız adamın algısını niye başka yere çekmeye çalışıyorsun ki? Yan pastan, alan kapatmaktan başka bir şeyini görmediğin adamı göklere çıkarıp, aynı bölgede hemen hemen aynı işi yapan adam için nasıl bunları söyleyebiliyorsun?

Sakat de,Türkiye'ye gelince yatar de, "Beşiktaş'ın ihtiyacı olan adam bu değil" de ama "ne iş yapar, ne topu oynar yıllardır izlerim anlamam" nasıl bir eleştiri şeklidir be adam. Benim bile algım "gelse de olur, gelmese de" oldu. Twitterda falan konuşmalara bakıyorum, insanlar yaptığı asist, attığı gol üzerinden Lucas transferini eleştiriyorlar.

Öncelikle şunu yazmak lazım, Tolgay'ın sakatlığı değil Beşiktaş'ı transfere sürükleyen. Veli'nin dönemeyişi oldu. Görünen o ki bu sezon da orta sahada 3'lü oynayacağız. Elimizde Oğuzhan, Sosa, Atiba ve Necip var, belki Serdar. Şenol Güneş geçmiş yıllarda da örneklerini başka takımlarda gösterdiği gibi Biliç'ten farklı bir takımla karşımıza çıkacağının sinyallerini veriyor. Taktik, eldeki oyuncu kadrosu belki aynı ama, zihniyet olarak daha ofansif bir yöne doğru gidecek takım. Veli den boşalan bölgede son maç Atiba'yı denedi. Bu sezon sık sık Sosa, Oğuzhan'lı orta saha dizilimi göreceğimizi düşünüyorum. Atiba ön libero bölgesi için biraz kırılgan. Oraya alan bilgisi yüksek,  ikili mücadele seven ve bizim o bölgedeki kırılganlığımızı arttırmak için birazda "sert" bir defansif orta sahaya ihtiyacımız var. Lucas'ın (bizim sınıfımız takımlar için) tam aradığımız adam olduğunu düşünüyorum. Lucas,-Atiba-Oğuzhan hatta Lucas-Sosa-Oğuzhan orta sahaları bu sene Şenol Güneş'in kafasındaki oyun düzeninin iyi birer şablonu gibi duruyor.

Souza dediğiniz, övdüğünüz adamın, Brezilya ligi gibi bize göre daha "yumuşak" bir ligde attığı gol yaptığı asist Lucas'ın Premier lig kariyeriyle neredeyse aynı. Son 7 sezonda 1 sene sakatlık yaşayıp 12 maçta kaldığı sezon dışında her yıl Premier ligde 25-30 maç barajını aşmış bir oyuncudan bahsediyoruz. Aynı zamanda Brezilya milli takımın orta sahası. Gel gör ki insanların aklında "ne yaptığı belli olmayan" oyuncu olarak yer etti adam. Bir de bunu yıllardır "ne yaptığı belli olmayan" Mehmet Topal'ı öven, göklere çıkaran adam yapıyor.

Şu eleştiriyi haklı olarak görebilirim, gol yolları için tıkanan maçlarda çözüm üretecek bir adam olmayabilir. 30 metreden vursun gol olsun, frikikten atsın bitirsin adamı olmayabilir Lucas. Ama yerine aldığımız adamın da Veli olduğunu unutmayalım. Bahsettiğimiz özelliklerde Premier Ligden 28 yaşında futbolcu almak bizim gibi kulüpler için pek mümkün değil zaten.

Daha fazla uzatmak istemiyorum ama madem Fenerbahçe medyasıyla başladık, onunla bitirelim. Malum Rıdvan Dilmen, Demirkol medyanın lokomotifi haline geldiler. Fenerbahçe'yi eleştirmeyi geçtim, eleştirene cevap yetiştirmek için kendilerini parçalayacak hale gelmeleri artık trajikomik. Geçtiğimiz pazartesi Ntvspor'da yayınlanan 90+ programında Hasan Şaş-Demirkol ikilisinin aralarındaki diyalogları izleyebilirseniz ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Aynı şekilde dünkü maç sonunda 2 penaltısı verilmeyen rakibe karşı, faulden atılan golle zar zor galip gelen Fenerbahçe'yi yorumlayan Rıdvan Dilmen'i izleyerek olayın bir başka boyutunu görebilirsiniz. Programın yarısında Fenerbahçen'nin nerelerde, hangi pozisyonlarda çok gol atabileceğini dinledik durduk.

Bunları yazıyorum, çünkü aynı durumlara düştüğümüzde biz tekme tokat dayak yerken diğer taraftan bu adamların, bir rakibimizi bu kadar koruyup kollamalarını, etrafına sezon başlamadan kalkan örmeye çalışmalarını göre göre bu kadar seviliyor olmalarını anlayamıyorum. Daha ilk maçından takımını saçma sapan bir şekilde yalnız bırakan, 2 maç ceza alan, hatta takım deplasmana giderken maçı otelde televizyondan izlemeyi tercih edip stada gitmeyen, takımını yalnız bırakan ve fiyasko futbol oynatan teknik direktöre 1 tane aklı başında eleştiri yok. Beşiktaş aynı durumu yaşasa muhtemelen sezonu kapatacak kadar eleştiriye maruz kalmıştı bile çoktan.




3 Ağustos 2015 Pazartesi

2015-2016 Sezonu Öncesi Beşiktaş -1- (Quaresma Transferi)

Aslında Quaresma özelinde bir yazı yazmak istemiştim. Araya tatil, iş, güç girdi derken yazamadım. İyi ki de yazmamışım. Biraz yüksek perdenden olabilirdi. Zaman geçince insan biraz daha sakin bakabiliyor duruma. Hazırlık kampı bitti, bütün maçları da izlediğimize göre genel bir değerlendirme yazmak daha doğru olacak. Ama öncelik tabi ki Quaresma'nın.

Öncelikle bu transferin yapılmış olmasını hala içime sindiremiyorum. Bir çok insan için de durumun böyle olduğunu biliyorum. Sindirebilme ihtimalim de yok gibi görünüyor. Bu yapılan transfer benim gözümde Fikret Orman ve yönetiminin sportif olarak hükmünü kaybettiğinin ilanıdır. En ufak bir olayda, Beşiktaşlılık demiyorum artık çünkü iyiden iyiye içi boşaltılmış bir kavram oldu sayelerinde, "adamlıktan", "onurdan", "gururdan", "şereften" bahseden adamların, ilk fırsatta ekonomiyi, alınacak verilecek parayı ilk sıraya koymaları artık durumun tadını tuzunu kaçırdı. Kulüpler=şirket, ekonomi bir numaralı madde, tamam anladık da futbol dediğimiz şey sonuçta bir duygu alışverişi işi. Piyasaya her açılan şirket gibi  "adamlık, onur, gurur" gibi meseleler göstermelik, büyük şirketlerin yaptığı PR çalışmaları gibi olmamalıdır futbol "şirketlerinde". İnsanların aidiyet hisleri aldatmaya gelmez çünkü.

I. Quaresma dönemi bu kulübün yüz karası dönemidir. Sonuçlarının neler olduğunu hepimiz hala fazlasıyla yaşıyoruz. Dönemin ekonomisini geçtim, Beşiktaş'ın geçmişten gelen bağlarını, alışkanlıklarını değiştirip, başka bir yapı ortaya koymaya çalıştılar. Neticesinde hem ekonomik olarak battık, hem de taraftar dezenformasyonu tavan yaptı. Hala bunların ceremesini çekiyoruz ve uzun zaman da düzeleceğe benzemiyor.  Bu açıdan o dönemden kalan bir hatıradır Quaresma ve bence en kötü hatıraları bırakan da O'dur. 

Bunların hepsini bir kenara koy, sahada gördüğümüz şeye gelirsek, Quaresma benim için Mersin maçında gördüğü kırmızı karttır ya da Bursa maçında, bir hafta sonraki derbide takımını şımarıkça yalnız bırakan adamdır. Özellikle Mersin maçında yaptığı şeyi hiç unutmadım, ne zaman adı geçse, o an hissettiklerim aklıma geliyor. Bütün takım arkadaşları var gücüyle kazanmak için rakip kaleye yüklenirken, 60 metre deparla rakip ceza sahasına gelen Egemen-Toraman'ın çabasını, emeğini 1 tekmeyle yıkıp atan adamdır Quaresma benim için. Kırmızı karttan sonraki Toraman'ın çaresizliği, Egemen'in dönüp gidişinin benim için bir anlamı var. "Feyyaz acaba napıyordur şimdi?" sorusundaki gibi, ben de gözümü kapatınca bazen Egemen, Toraman'ın o pozisyonda hissettiklerini düşünüyorum. İkisini de sevmem ama o pozisyonda Beşiktaş formasının canının yandığını hissedebiliyorum. Futbol bazen bu kadar duygusal benim için. Ve azımsanmayacak kadar çok insanız futbolu böyle takip eden hala. 


Eski şımarık çocuğumuz değil artık o bizim, olgun, aklı başında, burada ne yapmak istediğini bilen biri "PR" yalanlarını da yemeyecek kadar büyüdük artık. Çocuğu olmuş da, yaşı 30 olmuş da... Anlatmaya devam edin. 5 ay sonra tekrar bu yazı altında konuşuruz bunları. Porto'dan eline geçen net para 600.000 euro olan adamın, burada cebine girecek net para 1.7 milyon euro. Ki ne bu parayı alabileceği başka kulüp kaldı, ne de bu seviyede oynayabileceği bir lig. İnsanları kandırmayın.  

Son iki hazırlık maçında izledim. İlk dönemine göre 1 gram farklı değil sahada. Ha belki 2 kırmızı kart az görür bu sezon, orasını bilemem. İlk sahaya çıktığı maç 15 dakika kala oyuna girdi, 15 dakika içinde ne rabonası kaldı yapılmadık, ne trivelası, ne 40 metreden saçma sapan attığı şut. Bütün beklediklerimi gördüm sahada. Bir de Ömer Şişmanoğlu'nu gördüm tabi. Birlikte, aynı dakikada oyuna girdikleri maçta Quaresma her topu alıp, her topla ayrı şaklabanlıklar yaparken, Ömer sol tarafta 1 tane top için kendini paraladı, Sonuçta kendini göstermesi gereken bir hazırlık maçıydı. Topla buluşması mümkün olmadı. O sıra Quaresma rabona yapmakla meşguldü topla. Gerçekler bazen böyle ince detaylarda gizlidir ve bu adamın sahaya adım attığı ilk anda görmek isteyen görebilir durumun ne olduğunu.

2. maçında 45 dakika oynadı hazret, yine benzerdi yaşananlar, 2. golünü atan Cenk Tosun santraya döndüğünde, tribündeki az da olsa kalabalık taraftar gurubu Quaresma tezahüratı yapıyordu. Cenk anlamsızca tribüne baktı. Anonsçu arkadaş durumun farkına varmış olacak ki, "maçla ilgilenin" diye anons geçmek zorunda hissetti kendini. Ki Quaresma oyunda bile değildi. Bu durum da bu transferin ayrı bir boyutu. Yönetimin işi kulübü yönetmek kadar taraftarı da yönetmektir aynı zamanda. Sahada gül gibi çocukları izletip, ilgiyi onlar üzerine çevirip yeni nesil taraftarı buna alıştırmak varken, "siz bununla ilgilenmeye devam edin" emziği bir kez daha atıldı o taraftarın önüne. İlkinin etkilerinden kurtulacağız diye beklerken, uyuyan canavarı uyandırdılar.

Şu tabloda bu adamı sevip, bu adam için çıldıran, sahada başkası gol atarken Quaresma diye deliren insanlara verdiler megafonu yeniden. Ne seveni anlayabilirim, ne de bel bağlayanı. Asisti 10 muş 11 olacakmış, golü 3 müş 5 olacakmış hesabına giren adamların bu adamı geri getirmelerinden gerçekten utanıyorum. Zaten sağ olsunlar içini boşalttıkları "Beşiktaşlılık" kavramı bugün artık bunları anlatmaya çalıştığınızda, kulübün menfaatini düşünmeyen, romantikçi aptal Beşiktaş taraftarı olarak size geri dönüyor. Hem de en sağlam Beşiktaş taraftarı size bunu yakıştırıyor. Pardon Quaresma taraftarı! 

Quaresma bu sene bu takımın başına gelebilecek en kötü yönetim hamlesiydi. Daha kötüsü ne olurdu diye düşünüyorum, bulamıyorum. Yarın oynatmasan, niye oynatmadın diye topa tutacaklar, oynatsan, senin oyun düzenine, yapına uygun bir adam değil. Şapkadan tavşan çıkarılacak zamanları geride bıraktı bu kulüp demeye başlıyorduk ki, tavşancının kralını getirip geri bıraktılar takımın içine el bombası gibi. 8 kere topu dürtmeden arkadaşına pas atmayan Beşiktaş topçusuna aşina değiliz kimse kusura bakmasın.

Fenerbahçeli, Galatasaraylı olsam bu sene Beşiktaş'tan hiç çekinmezdim. Zaten kulüp yapısını, medyayı tanıyanlar bıyık altından konuşmaya başladılar bile. Beşiktaş bu sezon kendi kendini imha eder, dışarıdan bir etkiye tepkiye gerek de kalmaz. Tek ümit Şenol hoca. Belki onun tecrübesi, bilgisi durumun bu kısmını idare etmeye yeter. Ama taraftarı, yönetimi, medyasıyla benim bildiğim Beşiktaş, alnının akıyla bu takımı şampiyon yaptırmaz bu sene ellerindeki Quaresma bombasıyla. 

Bu yazının ilk kısmı oldu. Takımın geri kalanı gelecek yazıda.        

12 Haziran 2015 Cuma

Futbol'a Kadın Dırdırı


Hazır ligler tatile girmişken, çoğu zaman futboldan “anlamayan” ofsaytı asla öğrenemeyecek olan kadınlar için bir giriş yapmak istiyorum buraya.

Futbol tarihi ve ortaya çıkışı belki aşırı fizik gücü gerektiren bir oyun olması, belki de “önce ben gördüm” mantığı ile bir erkek sporu olarak tanımlanıyor. Özellikle bizim gibi erkek egemen ülkelerde, kadınların üniversiteye gitmesi bile yeni yaygınlaşmışken, futbol maçı izleyen, futbola ilgi duyan her kadın garip karşılanıyor, en moderninize bile itici geliyor ,ya erkek gibi kız yakıştırmaları yapıp iyi kanka olur diyorsunuz ya da futbol hakkında çok biliyorsak mühendislik fakültesinde okuduğumuzdandır diye düşünüyorsunuz. Hatta ülkede futbolun yöneticileri bizzat kulüplere ceza olarak sizin maçınızı kadınlar izlesin diyor. Bunun yanlış olduğunu savunmak da yine bazı aklı başında erkeklere düşüyor maalesef.

Yazıyı yazarken biraz araştırma yaptım, kadın ve futbol konusunda dünyada genel bir direniş var mı ya da her şey bizimki ile aynı mı diye, sadece kadın futbol takımları ve maçları hakkında bilgi edinebildim. Yani her zamanki gibi dünya bu durumu gayet normal karşılıyor.
Mesela 2002 yılında vizyona giren Bend it Like Beckham filminde kadın ve futboldaki yeri anlatılır; kadın Hintlidir. Ailesinin geleneklerine karşı çıkıp futbolcu olmak ister, odasının duvarındaki Beckham posteri ile konuşur geceleri. Film; kadın ve futbol açısından gayet güzel bir film fakat  aynı zamanda İngiltere’nin “bu tarz olaylar geri kalmış ülkelerde olabiliyor”u resmetmesi gibi bir durum da mevcut aslında filmde.
Futbolun erkek egemen mecralardan biri olduğu tartışmaşız, fakat işin garip yanı hemcinslerimin de aynı şekilde futbol merakı olan kadınlara tepki vermeleri. Ben biraz muhafazakar bir yerde çalışıyorum, elimde Sokrates’le işe geldiğim zaman ilk olarak hemcinslerimin aşağılamalarına maruz kalıyorum mesela. “Ne alakan var?” gibi anlamsız sorularla karşılaşıyorum. Toplum böyledir, erkekler neye karşı çıkıyorsa, onu destekleyen kadınlar da mutlaka vardır ve toplum böyle şekillenir. Ekşi sözlükte futbol seven kadın başlığında bir sürü garipsenme yorumları bulabilirsiniz mesela.
Ben 27 yaşındayım neredeyse 20 yıllık bir futbol izleyicisiyim ve futbol benim için hayatımın en güzel anlarını kaydettiğim fotoğraf albümü gibi bir şey. Fransa 98’i, Zidane’ı, sonra "gerçek" Ronaldo’yu, şimdilerde FİFA’da tombalalara katılan Figo’nun muhteşem zamanlarını hiçbir zaman unutamayacağım mesela.

Hatta o yıllarda evimizdeki televizyon her maçı göstermediği için ve epey bir maçı da radyodan dinlemişliğim var. Galatasaray’ın UEFA kupası maçını da radyodan dinlediğim için hala önemli maçlarda totem yapıp radyodan dinlerim. Herkesin küçükken bir kahramanı vardır, benim kahramanım Hagi’ydi. Onun fotoğraflarını odamın duvarına doldurmuştum, Barcelona formalı resimlerini buluyor, her gün spor gazetesi ve haftalık dergiler alıyor, istatistikler tutuyordum. Ortaokula geçtiğimde malum eğitim sistemi bizi sınavlara hazırlamaya başlamıştı. Futbolla ilgilenmemden son derece rahatsız olan annem sırf o an beni teşvik etmek için sanıyorum; “eğer deneme sınavında ilk 10’â girersen sana Hagi forması alacağım” demişti. Şuan evimin dolabında asılı olan 10 numara Marshall formamı 3 yanlışın bir doğruyu götürdüğü zamanlarda kazanmıştım. İlk aşık oluşum da yine futbol vardı mesela, İnönü Stadı’ndaki Beşiktaş-Galatasaray maçına kapalı üste beni gizlice sokan birine aşık olmuştum üniversitede, çünkü Hagi forması aldığım yaşlardan beri en büyük hayalim bir maçı stadyumda izlemekti.

En son Eduardo Galleano ile tanıştım. Onun yazdıklarından anladığım sanılanın aksine futbol kitlelerin afyonu değil, bugüne kadar birçok azınlığın ve ezilenin mücadelesini kazanmasına yarayan büyük bir sahneydi aslında. Dünya kupasının ilk yıllarında takımda zenci olduğu için maçlar iptal edilirken bugünkü durumlara gelinmesin de belki de futbolun kendisinin büyük katkısı vardı. Maradona’nın o meşhur Tanrı’nın eli de ezilen Güney Amerika halklarının bir direnişi değil miydi? Bugün aslında Türkiye’de kadın olmak ve futbolcu olmak çok da farklı değil bence. Kazanırsanız herkes yanınızdadır, başkaları sizin için hayatın ne kadar kolay olduğunu düşünür hep, ama her gün belirli bir disiplinle özel hayatınıza ayıramadığınız zamanı işinize ayırmak zorundasınızdır. Futbolcuların tüm hayatı tesislerde geçer, başarılı olmak istiyorsanız sürekli durmadan çalışmanız gerekir, buna rağmen tek bir hata yapma şansınız yoktur. Tıpkı Türkiye’nin kadınları gibi…

Bu yüzden ben de artık futbol yazmaya karar verdim. Ezilenlerin mücadeleyi yine futbolla kazanacağına inanıyorum çünkü.

Adam adama savunma her zaman işe yaramaz, biraz orta alanda da paslaşmak gerek..

Fotograflar: www.fotokritik.com
http://tr.forwallpaper.com/wallpaper/woman-football-soccer-169253.html

20 Mayıs 2015 Çarşamba

Slaven Biliç

Futbol feci şekilde hayata benziyor. Hayat değişmedikçe futbol değişmiyor, futbol değişmedikçe hayat. Kendimden biliyorum, futbolla ilgili anlık verdiğim tepkiler, aslında hayata karşı verdiğim tepkilere ne kadar çok benziyor. Bu koca kalabalığın akli melekelerini kaybetmiş gibi futbolun peşinden sürüklenmesi de aslında bu durumu destekliyor. Biz bir toplumuz ve ne kadar bireysel olarak farklılaşmaya itilsek de toplumdan bağımızı koparamıyor, kalabalıkla birlikte tepkiler veriyoruz. Yüz yıl da geçse, iki yüz yıl da geçse "kelle isterük" iç güdüsü bir türlü yakamızı bırakmıyor. Bu bir toplum mirası ve toplum gelişmedikçe şekil değiştirip değiştirip karşımıza çıkıyor.

Takım başaramadı... Kelle isterük.

Antep maçından sonra, Akhisar maçından sonra ve Konya maçından sonra attığım twitlere, o anki düşüncelerime bakıyorum, sadece ne kadar üzüldüğümü değil, ne kadar kontrolsüzce düşündüğümü görüyorum. Biliç gitmeli! Neden çünkü başaramadık. Başaramamanın bir faturası olmalı. Bu fikir zihnimize kazınmış olmasına rağmen, son bilmem kaç aydır bilinç altımıza da ittiriliyor. "Beşiktaş başaracak, başaramazsa da Biliç efendi gider" sanırım son 3-4 aydır en çok duyduğumuz içinde Biliç geçen cümle. Kelle isterük. Aslında hepimiz durumun farkındayız. Şampiyonluğun gidişinden çok bir rüyanın bitecek olmasına tepki verdik en çok. Kaldı ki başarabiliriz'in, başarmalıyız'a dönüştüğü günler çok uzağımızda değil. X ya da Y, bir şeyler başarısız olmamıza neden oldu. Şuan beni ilgilendirmiyor, daha doğrusu maçı kaybettiğimiz anda ki kadar ilgilendirmiyor.

Biliç, Önder Özen ile birlikte bize başka bir düzenin var olabileceğini hayal ettirdi. Aslında ne kadar da bizdendi Biliç. Bu kadar mı uyar bir kulüp, bir taraftar, bir teknik direktör birbirine. Her şey rüya gibiydi. Biliç ile geçirdiğimiz dönem, son 10 yılda beni Beşiktaş'a en çok çeken ve en önemlisi de en çok ait hissetmeme sebep olan dönem oldu. Hatalar yapıldı, başarılar kazanıldı. En çok bu dönemde üzüldüm ve en çok bu dönemde sevindim ben. Çünkü bu çocuklar bizim çocuklarımızdı ve teknik direktöleri de bizden biriydi. Yeri geldi saha kenarında bizim gibi davrandı, yeri geldi duygularımıza tercüman oldu. Bazen ne kadar iyi bir antrenör olduğunu gösterdi bize, bazen de eh be biliç dedirtti ama hiç yabancı biri gibi gelmedi bana. Şimdi düşünüyorum, saha kenarında Biliç olmayacak mı yani bir daha, takımla birlikte hop oturup hop kalkamayacak mı yani, milletin saçmalıklarına COME ON GİVE ME A BREAK diyebilecek bir antrenörümüz olmayacak mı yani?

Geçen süreyi, süreci düşünüyorum; üzüntüsüyle, sevinciyle bu takım, bu antrenör bana aitti, Hiç burun kıvrılacak, yüz kızartacak, yeter artık dedirtecek bir şey yaşamadım bu iki senede. "Yol hedeften önemlidir" der bir belgesel, yolumuz güzeldi, ki bence henüz bitmedi. Bunları yazdığım anlarda bir yönetim kurulu toplantısı var ve muhtemelen bittiğinde Biliç ile yolların ayrılacağı açıklaması yapılacak. Şu satırları yazarken hala Biliç'in Beşiktaş'ın antrenörü olması benim için mutluluk verici. Biz, bu ülkenin insanları yolun değerini hiç bilemedik. Beşiktaş ile yürüdüğüm en güzel yolu bu adamlar sayesinde ve bu adamlarla birlikte yürüdüm ben. Jurcevic'inden, Edin Terzic'ine kadar her şeyiyle güzel iki sezon geçirdim. Biliç'e showman dediler, bir kez bile yaptıklarının show olduğuna inanmadım. Hiç show yaptığını da düşünmedim.

Eksik var mı? Vardır. Eksiksizlik bir iki günlük iş değil. Kapasite meselesi de bir yandan. Mustafa Denizli'nin kapasitesi daha yüksek olabilir, ama biz başaracaksak, Biliç ile başarabilseydik keşke. Aidiyetli başarı, benim nazarımda aidiyetsiz başarıdan çok daha büyük.

Biliç oturup dinlenmeli. Yönetimsel sıkıntıları mı var, ki öyle olduğu röportajlarında %100 görülebiliyor, halledilsin. Zaten şu son üç haftanın tümüyle Biliç'in hatası olmadığını biliyoruz. Kelle isterük'çülüğü bir kenara bırakalım. Nasıl düzeltebiliriz, tekrar nasıl motive edebiliriz ona bakalım.

Yol hedeften önemlidir! Yolumuz güzel yol. En az bir senesi daha olsun Biliç'in. Elden bir şey gelmiyor ama benim gönlüm Biliç'in yeni stada antrenör olarak çıkmadan gitmesine el vermiyor. O stadda "oOoOoOo Slaven Biliç, oOoOoOoOo Slaven Biliç" tezahüratını duymadan gitmesini isteyemiyorum. O anın hayali bile mutlu etmeye yetiyor beni. Varın Biliç ile devam edelim. Gönüller bir olunca, bir yol yordam buluruz elbet.