Ekim ayı Ot Dergisi bir sayfasını Zeki Demirkubuz'a ayırmış. Geçen hafta okuduğum yazının bir çok etkileyici yanı var. Ancak futbolla ilgili bir kısmı var ki, okuduğumda yıllardır parça parça kafamda dolaşan düşünceler yerine oturdu, birbiri ile buluştular. Önce yazının o kısmını paylaşayım, üzerine de bir şeyler paylaşmak istiyorum.
"....Futbol oynarken, çocuklar benden pek hoşlanmıyorlar. Onlara Eric Cantona'dan filan bahsedip, "Her şey güzel bir pasla başlar." demem işlerine gelmiyor. Çünkü topu alan kendi efsanesini yaratmak istiyor. Herkes kendini Messi sanıyor. Zaten Türkler'in en büyük problemi bu: Esas oğlan egosuyla figüranlık yapmak zorunda olmaları. Kendilerini Messi zannederken aslında Sabri olmaları. O nedenle benimle futbol oynamak zor; ama dediklerimi yaptıkları bazı zamanlar, hava kararıp, sivrisinekler bile sahayı bassa, yine de kimse maçı bırakmak istemiyor. Herkes egosunu takıma emanet ettiğinde ortaya inanılmaz bir oyun çıkıyor. Ama bu çok az oluyor. Çocuklara Cantona'yı anlatıyorum, Liverpool'u anlatıyorum. Sonunda tam iyi bir yere geliyoruz, güzel oluyor derken iki dallama geliyor, güç savaşı, ego ve göt kalkması filan her şey başa dönüyor, yıkılıp gidiyor. Aynı hayat gibi....."
Bu paylaştığım kısım, yazının küçük bir kısmı, daha doğrusu burada üzerine yazmak istediğim kısım. Meselenin özünü o kadar iyi özetliyor ki Demirkubuz, üzerine yazılacak çok şey de bırakmıyor aslında. "Egonun takıma emanet edilmesi" tanımın bugüne kadar gördüğüm takım oyunu üzerine yapılmış en iyi çıkarım olduğunu düşünüyorum. Bu üzerine konuşulması, kafa yorulması gereken bir tanımlama.
Metin Tekin'i çok severim, İbrahim Toraman'ı sevmem, Tümer Metin'le ilgilenmiyorum. Bu hislerimin, sahada oldukları zamanlarda yaptıklarıyla ilgisi muhakkak vardır ama asıl olarak saha dışında yaptıkları, televizyondaki konuşmaları, fikirleri belirleyici oldular. Sahadayken Tümer Metin'i, Metin Tekin'in sahadaki halinden daha az sevmiyordum. Toraman'ın Beşiktaş formasına yakışıp yakışmadığını düşünmem için uzun zaman geçirmesi gerekti mesela sahada. Beşiktaş forması giyip sahaya çıktıklarında hiç birinin birbirinden farkı yoktu. Tabi ki vardı da belirleyici olan şey sarı saçları, formayla ne kadar yakışıklı oldukları değildi. Takıma neyi, ne şekilde verdikleriydi.
Futbol bir takım oyunu. Takım işin içinde olunca da uyumun olması kaçınılmaz koşul oluyor. Uyumun belirleyicisi de tabi ki elinizdeki oyuncu yapısı. Beşiktaş'ın dönemsel olarak uyumu yüksek oyunculara "mecbur" kalması aslında rastlantı değil. Ekonomik yapısının diğer rakiplerine oranla daha kırılgan ve zayıf olması sebebiyle dönemsel olarak, forma aşkına tutulmuş ya da futbolu Beşiktaş formasıyla öğrenmek durumunda kalmış oyuncuları takımda toplaması gerekti. Bir zamanlar bu çocukların adı Kavruk Anadolu çocuğuydu, şimdilerde Oğuzhanlar, Olcaylar, Veliler oldu. Birbirleriyle uyumu yüksek bu çocukların, birbirlerine muhtaç olmaları bu uyum durumunu ortaya çıkardı. Güçlüye karşı bu kadar cılız, bu kadar zayıfken birbirlerine güvenmekten, arkalarını birbirine yaslamaktan ve en önemlisi egolarını birbirlerine emanet etmekten başka şansları yoktu. Yani kendi haline bıraktığında futbol zaten seni bir şekilde doğruya götürüyor. İstediğin kadar borçlan, istediğin kadar yıldız transfer et, sonunda geleceğin nokta burası oluyor.
Beşiktaş Samet Aybaba, Biliç, Önder Özen falan derken 3 senede acayip bir mirasla Şenol Güneş'in ellerine geldi. Hep bahsedilen "Ertuğrul Sağlam'ın, Şenol Güneş'in, Kloop'un takımlarından futbolcu alınmaz, futbolcuyu olduğundan daha fazla parlatırlar" tanımlamasının altında şu yatar;bu teknik adamlar oyuncularına şunları empoze eder; biri diğerinden daha değerli değildir takım içinde, biri diğerinden daha kötü oyuncu değildir ve herkes elinden geldiğince takıma katkıda bulunacaktır. Oyuncularını buna inandırırlar, sırası geldiğinde herkes elinden geleni yapacağını bilir. Hatta takımdaşlığı öyle benimserler ki hata yapmaktan çekinmezler, arkadaşının hata yapabileceği empatisi ile oynarlar ve bu durum hem kendilerinin hem takım arkadaşlarının hata yapma oranını düşürür. Mesela Atiba'nın son maçta yaptığı 94 pasın 93'ünü isabetli göndermesinin açıklaması da biraz burada yatar. Gökhan Töre'nin daha önce bilmediğimiz, görmediğimiz özelliklerinin ortaya çıkması da bütün bunların bir toplamıdır. Normal koşullarda iyi özelliklerini sayarken, adam geçmesinden, iyi şut atmasından, isabetli orta yapmasından bahsedeceğimiz Töre'nin 360 derece oyun görüşü olduğundan bahsetmeye başlıyoruz. Görmediği, bakmadığı yerden kaçan adama attığı pasları görmeye başladık. Bu tamamen Demirkubuz'un bahsettiği "egosunu takıma emanet eden" adamların yakaladığı uyumun getirileridir. Düz bir uyumluluk durumu bu sonuçları ortaya koymayabilir. Mesela Şener ile Nani arasında oluşacak bir uyum durumu egosuz bir uyumluluk durumu değildir. 5. hatalı pas bu uyumu bir çırpıda yok edebilecekken, egosunu birbirine emanet etmiş oyuncuların doğruyu bulana kadar deneyeceklerini görebilirsiniz.
Buraya kadar bahsettiklerim hepimizin az çok bildiği şeyler. Kulüpler için bu yapıların kurulması kadar korunması ve devamlı hale getirilebilmesi de önemlidir. Örneğin Beşiktaş'ta bozulmanın yapının zirveye çıktığı dönemde başladığını görebiliyoruz. 2 sene önce Töre, Oğuzhan takımın parçası olmak için güçlüye karşı güçlenmeyi arkadaşlarına güvenmekte bulan, bunun için çalışan isimlerken, bugün takımın en önemli parçalarılar. Veli Kavlak'ın, Olcay'ın benzer durumlardan geçtiği zamanlarda Veli, Olcay bu yapıya hep daha fazla sarılırlarken, Töre ve Oğuzhan'da bu durum tersine işliyor. Daha önceleri görmeye alışık olmadığımız şeyleri sık sık görür olduk. Daha fazla çalım, daha fazla top kaybı, kaçan pozisyonlardan sonra birbirine yapılan el kol hareketleri, hatta ve hatta saha içinde atılamayan, verilemeyen paslardan sonra yaşanan tartışmalar. Bu yapıların böyle durumlarla 1 günde yıkılacağından bahsetmiyorum ama bu yapıların kurulmasının uzun zaman sürdüğü gibi uzun dönemde de yıkılabileceğini görebiliyoruz.
Bu durumun ilk kıvılcımını takım içinde çakan olay Quaresma'nın takıma katılması oldu. Sezon başından beri daha önce Töre'den Oğuzhan'dan hatta Olcay'dan görmediğimiz eksantrik eksantrik paslar, eksantrik çalım denemeleri görmeye başladık.. Buna kısaca Quaresma etkisi diyebiliriz. Çünkü bu genç oyuncuların önüne daha çok alkış almanın, daha çok ilgi görebilmenin bir modeli konuldu. En başından beri söylüyorum, genç, yetişmekte olan oyuncular için olabilecek en kötü rol model adam takımın içine el bombası gibi atıldı. Bu "egoların takıma emanet edilmesi" durumu yaşanan bariz olaylar sonucu yıkılabileceği gibi, bir enfeksiyonun yavaş yavaş yapının içinde dolaşıma geçmesiyle de kurtlanmış bir ağaç misali yok olup çürümesine neden olabilir. Quaresma'da zaten fiziksel eksikliğinin hafif toparlamasının hemen ardından uyuduğu mağaradan çıkıp egosunu ortaya koydu bile. Yeterince süre almadığını söylemesi, ilk golünün dumanının tüttüğü dakikalara denk geldi.
Şenol Güneş'e bu konuda güveniyorum. Sivrileni törpüleyeceğinden, eksik kalanı yükselteceğinden neredeyse şüphem yok. Ama kulübün geleceğine kafa yorup yormadığıyla ilgili şüphelerim var. Günü kurtarıp şampiyon olmak tabi ki öncelikli hedefi. Kulübün bu yapıyı sürdürebilmesi için de Şenol Güneş'e ihtiyacı var. Töre bu yapı içinde gereğinden fazla mı sivrilecek? Satılmalı. Frei bu düzene uygun yetiştirilebiliyor mu? Quaresma'yı hamle oyuncusu olmaya ikna edebilecek mi hoca? Yoksa "şampiyon olalım da" diyerek Quaresma'ya göz mü yumacak? Bu sezon kör topal Quaresma'yla götürülür de, gelecek sezona etkilerini düşünüyor mu Şenol hoca? Kulübün, yönetimin bu güveni Şenol hocaya sağlaması ve bu düzende diretmesi gerekir ki, sürdürülebilir bir yapımız olsun. Biraz şans, biraz önceki hocaların üzerine kafa yorduğu bu sistem kulübün vazgeçilmezi olmalı, üzerine kafa yorulmalı ki tekrar Fernandeslere, Almeidalara, Toramanlara kalmayalım.
Demirkubuz'un tespit ettiği gibi iki dallama ile yıkılmasına izin verilemeyecek kadar değerli bir yapı var Beşiktaş'ın elinde. Sahip çıkılmalı.
Demirkubuz'un tespit ettiği gibi iki dallama ile yıkılmasına izin verilemeyecek kadar değerli bir yapı var Beşiktaş'ın elinde. Sahip çıkılmalı.